18 Ekim 2007 Perşembe

Tahin Pekmez Günler

Çocukluğumuzda favori tatlımızdı tahin pekmez. Chokella'nın lüks olduğu günlerde, boynumuzda ekşi alıçlara en güzel alternatifti. Annemiz mucizevi bir biçimde ve şaşmaz oranlarla karıştırır acaip lezzetli birşey yapardı. Yemeye doyamazdık. Tabi verdiği enerji de cabası. O yaşta o kadar koşturmaya az bile gelirdi.

Şimdiki çocuklara bakıyorum da benim çocuk olduğum dönemlerde benden 10-15 yaş büyük abilerin ablaların yaptığı gibi "bizim zamanımızda herşey çok daha güzeldi, çok daha lezzetliydi" diyorum. Bir parça yaşlandığımızın da farkına vararak.

Konuyla ilgili çok güzel bir yazı geçti elime. Noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyorum

"Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler. 30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez. Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım. Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk. Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk. Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hâlâ hiçbir şeyde bulamıyorum. Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hâlâ gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuz taş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi. İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak" diye bir deyim vardı. Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adı Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte. Diyarbakır'lı Kürt bir Karpuzcumuz vardı. Salı Cuma karpuz , kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu. Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası önü kalem açma kuyruklarını unutan var mı?-, plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe geçen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kabusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.
Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı. O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabugu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar. O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkana rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçutmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar. Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kağıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kağıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor. Hiç dut sirkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine. Mutlular mı? Umarım öyleler. Peki çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı? Umarım... "


(yazarı bilinmiyor)

11 Ekim 2007 Perşembe

İyi bayramlar


Şekerlerin nehir gibi aktığı, çikolata şelalelerine daldığınız, baklavadan kaleler, şekerpareden evler yaptığınız, lokumları peçetelere sardığınız...


Huzurlu, mutlu, sağlık ve en önemlisi "Barış" dolu bir bayram geçirmenizi dilerim.

Bayramınız kutlu olsun

8 Ekim 2007 Pazartesi

Neşeli bir ağaç çizelim mi?

Bob Ross desem hiçbiriniz hatırlamazsınız belki ama TRT2'de çılgın resimler yapan kocaman kıvırcık saçlı kafası olan adam desem hemen tanırsınız. Tüm Türkiye onu böyle tanıdı ve bildi zaten. Bize resim yapmanın okulda anlatıldığı kadar zor ve sıkıcı olmadığını öğretti. Ağaçların "neşeli", çalıların "kardeş", bulutların "pofuduk" olabildiklerini öğretti. Bembeyaz bir tuvalin yarısı siyaha bulanmış olsa da üzerinde biraz "titan beyazı" biraz "van dyck kahverengi" sürülerek göl kıyısı yapılabileceğini öğretti. Kısaca hiçbirşeyin göründüğü gibi olmadığını öğretti bir bakıma.

"Siz de yapabilirsiniz" diyerek daima teşvik etti karşısındakileri görmeden. Umutlu olmayı, güzel resim yaparken eğlenmeyi öğretti bizlere.

Canınız sıkıldığında, işlerin içinden çıkamadığınızda, son umudum da kayboldu dediğiniz anda Bob Ross gelsin aklınıza. 62 den tavşan yapın, "m" harfinden kuşlar çizin gökyüzüne, bir de derenin kenarına neşeli bir ağaç. Küçük çalıya arkadaş.

İnanın hiç zor değil. Aslında hiçbir şey zor değil. Yeter ki dikkatli bakın...