19 Aralık 2007 Çarşamba

13 Kasım 2007 Salı

Yaz bitti. Mevsim Sonbahar...

Kuşlar güneye göçerken "bütçeler" de kuzeye uçtular. Pencereme kondular. Elimi kolumu bağladılar. Sular kesikti. Çalışamadım sevgili dostlar. Uzadı gitti yazamadığım her an. Fırsat ancak bugün bulundu. Özür üstüne özür. Arasına da gülümseme şeker tadında.

Çok fazla konu vardı yazacak ama elim varmadı bir türlü. En son 10 Kasım'da çok fena niyetlendim yazmaya. Bu sefer de yüreğim varmadı. O günü nedense bu sene, daha üzüm buğusu gözlerle geçirdim. Geçmiştekilerden biraz daha fazla. Kulaklarımda Komser Şekspir filminde Kadir İnanır'dan bir replik. "Çok yalnızım be Ata'm!"

Bir yaz daha bitti. Kış kapıda. Kapılar neredeyse kırılacak rüzgarın şiddetinden. Hava soğuk mu soğuk. Yağmur sağanak. "Artık kesin dolmuştur barajlar" dedirtecek kadar.

Şimdi siz belki bir konu bekliyorsunuz ama yok malesef. "Ortaya karışık" bir yazı bu. Herkesin almak isteyeceği mesajı içinden alabileceği türden. Konu kaygılı yazmak beni çok zorluyor çünkü. Yazmak, bir kaynaktan fışkıran su gibi olmalı. Önüne musluk taktın mı tadı kaçıveriyor o suyun. Sonra ne farkımız kalırdı "bazı" köşe yazarlarından?

Camdan bakınca gri bulutları gördüm yine. Bir de kulağımda Raul Midon. "Mystery Girl" diye bir şarkı söylüyor. Sanki bana uzun yollardan beklediğimiz "küçük bir kızı" anımsatmak istercesine.

Yine üzüm buğusu. Kapatmam lazım. Sular geldi.

Ders çalışıcam. Bütçe yapıcam.

Çok çalışmam lazım çok!

18 Ekim 2007 Perşembe

Tahin Pekmez Günler

Çocukluğumuzda favori tatlımızdı tahin pekmez. Chokella'nın lüks olduğu günlerde, boynumuzda ekşi alıçlara en güzel alternatifti. Annemiz mucizevi bir biçimde ve şaşmaz oranlarla karıştırır acaip lezzetli birşey yapardı. Yemeye doyamazdık. Tabi verdiği enerji de cabası. O yaşta o kadar koşturmaya az bile gelirdi.

Şimdiki çocuklara bakıyorum da benim çocuk olduğum dönemlerde benden 10-15 yaş büyük abilerin ablaların yaptığı gibi "bizim zamanımızda herşey çok daha güzeldi, çok daha lezzetliydi" diyorum. Bir parça yaşlandığımızın da farkına vararak.

Konuyla ilgili çok güzel bir yazı geçti elime. Noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyorum

"Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler. 30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez. Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım. Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk. Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk. Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hâlâ hiçbir şeyde bulamıyorum. Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hâlâ gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuz taş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi. İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak" diye bir deyim vardı. Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adı Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte. Diyarbakır'lı Kürt bir Karpuzcumuz vardı. Salı Cuma karpuz , kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu. Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası önü kalem açma kuyruklarını unutan var mı?-, plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe geçen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kabusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.
Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı. O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabugu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar. O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkana rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçutmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar. Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kağıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kağıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor. Hiç dut sirkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine. Mutlular mı? Umarım öyleler. Peki çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı? Umarım... "


(yazarı bilinmiyor)

11 Ekim 2007 Perşembe

İyi bayramlar


Şekerlerin nehir gibi aktığı, çikolata şelalelerine daldığınız, baklavadan kaleler, şekerpareden evler yaptığınız, lokumları peçetelere sardığınız...


Huzurlu, mutlu, sağlık ve en önemlisi "Barış" dolu bir bayram geçirmenizi dilerim.

Bayramınız kutlu olsun

8 Ekim 2007 Pazartesi

Neşeli bir ağaç çizelim mi?

Bob Ross desem hiçbiriniz hatırlamazsınız belki ama TRT2'de çılgın resimler yapan kocaman kıvırcık saçlı kafası olan adam desem hemen tanırsınız. Tüm Türkiye onu böyle tanıdı ve bildi zaten. Bize resim yapmanın okulda anlatıldığı kadar zor ve sıkıcı olmadığını öğretti. Ağaçların "neşeli", çalıların "kardeş", bulutların "pofuduk" olabildiklerini öğretti. Bembeyaz bir tuvalin yarısı siyaha bulanmış olsa da üzerinde biraz "titan beyazı" biraz "van dyck kahverengi" sürülerek göl kıyısı yapılabileceğini öğretti. Kısaca hiçbirşeyin göründüğü gibi olmadığını öğretti bir bakıma.

"Siz de yapabilirsiniz" diyerek daima teşvik etti karşısındakileri görmeden. Umutlu olmayı, güzel resim yaparken eğlenmeyi öğretti bizlere.

Canınız sıkıldığında, işlerin içinden çıkamadığınızda, son umudum da kayboldu dediğiniz anda Bob Ross gelsin aklınıza. 62 den tavşan yapın, "m" harfinden kuşlar çizin gökyüzüne, bir de derenin kenarına neşeli bir ağaç. Küçük çalıya arkadaş.

İnanın hiç zor değil. Aslında hiçbir şey zor değil. Yeter ki dikkatli bakın...

26 Eylül 2007 Çarşamba

My name is Blunt. James Blunt...

Onu ilk kez çatıda, üzerinde sadece kot pantolonla "you are beautiful" derken tanıdık. Üstelik de kar yağarken. Beni en çok etkileyen, şarkının başında "My life is brilliant" demesi olmuştu nedense. Bu şarkıyla listelerde 1 numaraya yerleşen Blunt, 11 milyonluk bir satış rakamına da ulaştı.
1974 yılının 22 Şubat günü Tidworth Wiltshire İngiltere'de doğdu James. Asker kökenli bir aileden gelen James yine ordunun desteğiyle Bristol Üniversitesinde eğitim gördü. Okulunu bitirdikten sonra Kosova'da görev yapan NATO Barış Gücü'nde bulundu. "No Bravery" şarkısını da burada yazdı.

Ordudan ayrıldıktan sonra Pink, Christina Aguilera, Courtney Love gibi pek çok ünlü isme şarkı verdi. Asıl çıkışını da çıkardığı 3. single olan "You're Beautiful" ile yakaladı.

Yıl 2007. James Blunt yepyeni bir albümle karşımızda. Back to Bedlam (2005) den sonra "All the Lost Souls" adını verdiği albümde 10 şarkı bulunuyor. Kapak tasarımı da çok etkileyici. Yakından baktığınızda, yüzlerce fotoğrafın biraraya gelerek Blunt'ın yüzünü oluşturduğunu görebilirsiniz.

Albümden ilk klip 1973 isimli şarkıya çekildi. Bruce Springsteen'in Philedelphia'sı gibi "walk on" tekniğiyle çekilmiş klipte, Blunt eski caddelerde yürürken bir yandan şarkı söylüyor. Mesajını verip sessizce kadrajdan çıkıyor. Simona isimli arkadaşıyla hep 1973'teki kulüpte olacağı sözünü vermeyi de ihmal etmeden tabi.

İlk albümde olduğu gibi kalabalık olmayan orkestrasyonla hazırlanmış şarkılar var bu albümde de. Özgün çizgisinden hoşlananlar için, duygusal anlarda eşliğinden memnun olacağınız bir albüm.

Müzik marketlerde...

18 Eylül 2007 Salı

Benim hala umudum var

Çok güzel günler bunlar. Hatta en iyileri bile diyebilirim. Pideler sıcak, kaymaklar tam sürmelik. Hurmalar yumuşacık, ağızda dağılıyor.

Hoşgeldin "Ramazan". Nerelerdeydin yahu? Özlemişiz seni!


Zaten ramazanın gelişi reklamlardan belli olur derler. İlk işaret sucuk reklamlarıyla geldi. Daha ilk sahur yapılamadan verdik ilk kalemizi. Hain bir saldırıydı ve biz malesef hazır değildik.


Kaybettik.


Kendimizi kaybettik ve markete gittik. Dolsun arabalar, gülsün kasiyerler (biraz da manalı), "buyrun buradan yakın" dercesine uzatalım en goldundan kartımızı...


Hemen ardından kola reklamları sardı etrafımızı. Daha birkaç ay öncesinde kumsallarda dolaşan malum şişeler "iç beni bir yudumda" formatından tamamen uzaklaşmış ve masamızın baş köşesine kuruluvermiş. "E olur mu ama! Susuzluğumuzu yenmek lazım" deyip koştum yine markete. Seramoni aynı. Kart, kasiyer, gold, cırt derken bir araba daha paraya dönüşmüş buzdolabımızı biraz daha şişmanlatmaya hazır. Sonra da bizi.


Düşünüyorum da eskiden buzdolapları da daha mı mütevaziydi ne? Yani 20 yıla yakın kullandığımızı düşünürsek biz üniversiteye giderken aynı boydaydık. Hatta biraz daha uzunduk. (Annemizin yaptığı kurabiyeleri sandalye marifeti olmadan aşırabiliyorduk da ondan kalmış aklımda) Şimdikilere yetişmek imkansız. Hepsi NBA'da rahat oynar. Hem de pivot yani. Guard filan da değil hani.


Herneyse, tespit tespiti doğuruyor. Demem şu ki nerede yanlış yapıyoruz? Bu gibi dönemlerde hatırlamamız gereken başka birşeyler yok muydu? Yoksa mesajı tamamen yanlış mı anladık? Bir tas çorbaya kuru ekmek doğradığımız günlere ne oldu? Tek sorunumuzun küresel ısınma olduğunu mu sanıyoruz yoksa? Ya yoksulluk ve açlık?


Her yıl 6,000,000 çocuk açlıktan ölüyor

1,000,000,000 insan günde $1.- la geçinmeye çalışıyor

Az gelişmiş ülkelerde her 3 çocuktan 1'i 15 yaşını göremiyor!


Ve ne yazık ki paramızın sonundan, el çabukluğu marifet deyip 6 tane sıfır atamıyoruz bu rakamların sonundan!


Düşünüyorum, düşünüyorum. Bana glikoz lazım!


Kola var mı?

3 Eylül 2007 Pazartesi

Necefli Maşrapa

Biricik blog yazarınız bu hafta tatile çıkıyor. Yokluğunda oyalanmanız için size eskilerden bir dost bırakıyorum. Döndüğümde tatil anılarını paylaşmak ümidiyle...

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Mestan (1993 - ...)

Bu sabah çok acı bir haberle sarsıldım. Yıllardır tanıdığım tüm kedilerin en güzeli, en cool'u, en şişmanı ve daha aklıma gelmeyen pek çok "en" olan Mestan, geçirdiği elim bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiş. Hemen aklıma onunla ilk tanıştığımız gün geldi. Gülsüm'ün kollarında, patileri cebren ve hile ile zaptedilmiş (aslında onu kimse zaptedemezdi ama) başı hafif önde, gözlerini yukarıya doğru dikmiş suratıma her zamanki "cool" ifadesiyle bir bakış atıp "Hey dostum! Bütün gün bekleyemem. Hadi topla şu lanet olası cesaretini de seveceksen sev artık! Daha kovalanacak bisürü köpek var dışarıda" dercesine bakarken. İlk intiba çok önemlidir derler ya, Mestan da ilk intibası "sana çok pis dalarım" diyen bir kediydi vücut diliyle. Aslında konuşsa kimbilir neler söylerdi. Eminim çok kötü azarlardı beni. "Erkek adam kediden korkar mı canım? Akıllı ol genç! Şimdi o mama tabağını yavaşça yere bırak ve yaylan! Şu köpekler de kendilerini akıllı sanıyorlar ama aslında kuyruklarını kovalamaktan başka bildikleri hiçbir eğlence yok hayatlarında! Sen şu patileri görüyor musun genç? aklıma gelen birkaç sözü olabilirdi mesela.
Sizin filmlerden ve karikatüründen tanıdığınız Garfiled'in Akatlar şubesiydi sanki. Cüssesine ve ağır hareketlerine aldananları pençeleriyle cezlandıran. Kelebek gibi uçan arı gibi sokan bir kediydi. Ancak o isterse sevebilirdiniz onu ve sadece o isterse sizi severdi. Şansınızı zorlamak iyi bir fikir değildi Mestan'ın karşısında. Kafa bile atardı çok yorulmayacağını bilse.


Aramızdan ayrıldı belki, ama kalbimizden asla. Anılarımızdan ise kesinlikle mümkün değil. Benim sevip sevebileceğim tek kediydi belki de.


Üstelik bunu ona hiç söyleyemedim.


İşte buna çok üzülüyorum...

17 Ağustos 2007 Cuma

17 Ağustos 1999 Saat 03:02

Bundan tam 8 yıl önce, bugün kaybettiğimiz tüm yakınlarımız, dostlarımız, akrabalarımız anısına...

Bir daha hiç kimsenin böyle bir acı yaşamaması dileğiyle...

Mekanınız cennet olsun

14 Ağustos 2007 Salı

Cashback (2007)-Zamana Güzellik Kat

Sesini duyamadığımız ama mimiklerinden çok fena bağırıp küfür ettiğini anladığımız bir kızın karşısında sessizce duran, kafasına fincan, abajur gibi çeşitli materyaller yediği halde cevap vermek isteyen ama veremeyen bir yapıya sahiptir ana karakterimiz Ben Willis (Sean Biggerstaff-Harry Potter'dan hatırlıyoruz). Ayrılık acısını kalbine gömmeye çalışan güzel sanatlar öğrencisi Ben uykusuzluk nöbetlerine çare olarak bir süpermarkette gece vardiyasında çalışmaya başlar. Birbirinden renkli mesai arkadaşları ile geçen hergün acısı biraz daha hafifler. Yine de haftalardır uyumamıştır. Böyle anlardan birinde zamanı durdurabildiğini hayal eder ve bu sayede özgürce hareket edebileceğini düşünmektedir.


Ben Willis'in arkadaşlarıyla arasındaki ilişkiyi komedi dram tarzında işleyen ve eşsiz müziklerle süsleyen filmin yönetmeni, senaristi ve yapımcısı Sean Ellis aslında 2006 yılında bu filme taslağı oluşturan aynı adlı kısa filmiyle "En İyi Kısa Film" dalında Oscar'a aday gösterilmişti.

Filmde beni en çok etkileyen sahnelerden biri; yanlış anlaşılma sonucunda Shannon evden çıkarken zamanı durduran Ben'in, iki gün boyunca bir heykel gibi karşısında duran sevdiği kıza karşı çaresizce bekleyişi ve bu bekleyişe fondan eşlik eden gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkılarından olan (bana göre) Frankie Goes To Hollywood'dan "The Power of Love" (sağ sütundan dinleyebilirsiniz)

I'll protect you from the hooded claw
Keep the vampires from your door

Feels like fire
I'm so in love with you
Dreams are like angels
They keep bad at bay-bad at bay
Love is the light
Scaring darkness away-yeah
I'm so in love with you
Purge the soul
Make love your goal

The power of love
A force from above
Cleaning my soul
Flame on burn desire
Love with tongues of fire
Purge the soul
Make love your goal

I'll protect you from the hooded claw
Keep the vampires from your door

When the chips are down I'll be around
With my undying, death-defying
Love for you
Envy will hurt itself
Let yourself be beautiful
Sparkling love, flowers
And pearls and pretty girls
Love is like an energy
Rushin' rushin' inside of me
This time we go sublime
Lovers entwine-divine divine
Love is danger, love is pleasure
Love is pure-the only treasure

I'm so in love with you
Purge the soul
Make love your goal

The power of love
A force from above
Cleaning my soul
The power of love
A force from above
A sky-scraping dove
Flame on burn desire
Love with tongues of fire
Purge the soul
Make love your goal

I'll protect you from the hooded claw
Keep the vampires from your door

Diğeri ise, filmin finalinde zamanı Shannon ile durduran Ben'in havada asılı duran kar tanelerinin arasından geçip söylediği sözler:

Noktasına virgülüne dokunmadan, orijinal dilinde...

"Once upon a time, I wanted to know what love was. You just have to see that it's wrapped in beauty and hidden away in between the seconds of your life.

If you don't stop for a minute, you might miss it. "

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Beni bu sıcak havalar mahvetti...

Kendimi bir buz kalıbı gibi hissettiğim günler yaşıyorum. Nem oranı %76 (http://www.weather.com/ 'un yalancısıyım). Dışarıda geçirdiğim her an şıpır şıpır terlemek, nefes alamamak, iki adımda yorulmak başlıca şikayetlerim. Klimatize yaşama sıcak bakıyorum (lafın gelişi "sıcak")
Bu havalarda dışarı çıkmak zulmüne maruz kalmamak için elimden ne gelirse yapmaya hazırım. Mesela bu haftasonu oldukça başarılıydı bu anlamda. 2 güne 4 film ve 1 kitap sığdırmayı başarmanın haklı gururu var içimde bir yerlerde. Özellikle kitap kısmını kırmızı harflerle belirttim. Çünkü beni tanıyanlar bilir, en son okuduğum kitap "Çocuk Kalbi"nden sonra elime kitap eli değmemişti. Bu anlamda oldukça muhafazakarım. Eğer iyi bir kitap çıkmışsa beklerim. Nasıl olsa filmini çekiyorlar. Hatta izlediğim filmlerden biri de buna örnek. İsterseniz sıcak günlerde serin önerilerimi sıralayım da bu Basra kaynaklı sıcaklara bir çare de bizden size gelsin:
Filmler:
1/ Taş Meclisi-Le Council de Pierre (2006): Senaryosu, Jean-Cristophe Grangé'ın kitabından uyarlanan filmde (gördüğümüz gibi kitap okumak şart değil nasıl olsa çekiyorlar filmini) Monica Belluci başrolde. Diğer oyuncular ise pek tanıdık değiller. Catherine Deneuve'in kötü kadın Suzan Avcı'yı canlandırması dışında tabi. Ne yazık ki daha önce izleme fırsatı bulduğum Kızıl Nehirler ve Kurtların Kardeşliği kadar etkilemedi beni. İzlenebilir ama şart da değil. Sabrı olanlar kitabını okusun diyorum.


2/ 28 Hafta Sonra-28 Weeks Later (2007): 2002 yılında izlediğimiz 28 Gün Sonra'nın devamı niteliğinde olan filmde oyuncular ilk filmdekinden farklı. İlk filmi yönetmiş olan Danny Boyle (Shallow Grave ve Trainspotting'den hatırlarsınız) devam filminde yerini Juan Carlos Fresnadillo'ya bırakmış (Intacto'yu da yönetmişti). Yine ilk filmdeki başarılı oyunculuğla dikkat çeken Cillian Murphy yerini (Breakfast on Pluto, Intermission'da da oynamıştı) bu filmde Robert Carlyle'a (Trainspotting'in unutulmaz Begbie'sine) bırakmış. Heyecan dozu yüksek. Son dakikasına kadar temposundan birşey kaybetmeyen bir film. Filmin müziklerini yapan John Murphy bu tempoyu sonuna kadar hissetmenizi sağlıyor. Karanlık odalarda ve sinemada izleme ihtimaliniz varsa kalp ilacınızı hazır tutun derim. İlk film gibi oldukça keyifli izledim.

3/ Mr. Brooks (2007): Bodyguard ve Robin Hood ile yaşıtım bayanların gönlüne taht kurmuş olan Kevin Costner ne yazık ki Waterworld filminin başarısızlığından sonra kaydadeğer bir filme imza atmamıştı (şahsi görüşüm). Ancak, Earl Brooks karakteriyle küllerinden doğmuşa benziyor. Filmin keyfini kaçırmamak için çok detaya girmek istemiyorum. Özetle, "Serin Kanlı Seri Katil" imajını bu kadar başarılı canlandırabilir bir oyuncu. Asıl hayatında "kutular hep aynı" diyerek bir kutu fabrikasının patronu olan Earl Brooks gözlüklerini çıkarttığı anda prensip sahibi bir seri katile dönüşüveriyor. Kurgusu ve senaryosu oldukça başarılı harmanlanmış bir film.


4/ Die Hard 4.0 (Live Free or Die Hard) - Zor Ölüm 4.0 (2007): Asabi Sevimli Polis kavramını bize tanıtan Zor Ölüm serisinin 4. filminde John McLane (Bruce Willis) 1988'de çekilen ilk filmden bu yana yaşlandı, saçları döküldü ama öfkesinden ve kural tanımaz tavırlarından pek de birşey kaybetmemişe benziyor. Kırıyor, döküyor, vuruyor, vuruluyor. Tabi ki gelişen teknolojiden de ziyadesiyle etkilenmişe benziyor. Serinin 2. filminde eşinin "Artık 1990'lardayız, teknolojiye ayak uydur" tavsiyesine faks cihazıyla samimiyet kurarak karşılık veren McLane bu filmde işi epey ileriye götürerek "download, hard disk, usb, internet" ile Amerika'yı terörize eden ekibe karşı başarılı bir mücadele veriyor. Bazı sahnelerinde " yok artık bu kadarını Kara Murat bile yapamazdı" dedirtse bile macera ve hareket severleri tatmin etmesine kesin gözüyle bakıyorum. Görsel efektlerse kesinlikle çok başarılı. Özellikle tünelde üzelerinden geçen arabanın yuvarlanma sahnesi tam bir bilgisayar mucizesi. Sonunda iyiler kazanıyor. McLane yine ambulansa binerek sahneden uzaklaşıyor.

Kitap:

Ferhan Şensoy-Elveda SSK (2005): Ana karakter Şükrü'nün başından geçen komik ve rastlantısal olayları bir yol hikayesi haline getiren Şensoy okuduğum her kitabında olduğu gibi "bir solukta bitir beni" mesajını veriyor bu kitabında da. SSK primlerini ödemek yerine güneye gidip tatil yapmayı seçen Şükrü'nün yolculuğu Marmara'nın güneyine kadar ulaşabiliyor ne yazık ki. Zaten Bodrum'a filan gittiğini düşünemiyorum bile. Gidebilseydi kesin iki kitaplık daha malzeme çıkardı. Benim gibi "kitap okuma özürlü" bir okura bile 3 gün gibi bir rekora imza attıran kitabın başarısını anlatmak için fazla söze gerek yok sanırım. Bunları yazmadan önce interneti taradığımda, bu kitabın ayrıca Şensoy'un ilk erotik romanı olduğunu da öğrendim. Zaten şüphelenmiştim okurken ama pek de konduramamıştım. Abartılacak kadar olmasa da bazı bölümlerinde seviyeli bir cinsellik var kitapta ama bence asıl konuşulması gereken bundan daha ziyade akıcı üslubu olmalı yazarın. Üstadın ellerine sağlık diyoruz ve şiddetle tavsiye ediyoruz .

Bu sıcaklarda, yazdıklarım sizi en azından bir hafta oyalar diye düşünüyorum. Zaten önümüzdeki haftalarda da sıcaklıklar düşecekmiş.

Serin günler sizlerin olsun efendim...

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Bay Angelo'yu takdimimdir...

Şimdi diyeceksiniz ki ne alaka? Nerede Bay Angelo? Bay Angelo Büyükada'da. Fotoğrafa çok dikkatli bakarsanız kendisini ve şirin mi şirin evini de görebilirsiniz.

Ama asıl önemlisi Bay Angelo'nun nerede olduğundan çok nasıl biri olduğu. Öncelikle çok hoş sohbet bir insan kendisi. Bir an Atina'da bir parkta otururken bir bakıyorsunuz 1950'lerin İstanbul'undasınız. Bir nevi zaman makinesi sanki. Sohbeti sizi alıp öyle yerlere götürüyor ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Saat 23:30 vapuruna kılpayı yetişmeye çabalamak şart. Pek tabi buna fonda çalan Haris Alexiou'nun rebetikolarının ve bizzat kendisinin hazırladığı tarifi "çok gizli" muhteşem mezelerine eşlik eden bir şişe "mest" in de önemli etkisi mevcut. Konuklarına mide fesadı geçirtecek kadar da misafirperver bir insan Bay Angelo. Yemeklerinden yemezseniz ciddi ciddi kızıyor, azarlıyor sizi ama hakkı var. O yemekleri tabakta bırakmanın cezası savaş suçununki kadar ağır olmalı bence de.

Çok güzel bir geceydi gerçekten. Sadece Bay Angelo'ya teşekkür etmek de saygısızlık olacak elbet. Çünkü bu mutluluğun mutfağında yalnız değil kendisi. Ekip arkadaşları Hamiyet, Berivan ve Burçin de son derece sıcak bir biçimde ağırladılar bizleri. Aslında bizimkisi ağırlanmak değil ya. Uzun zamandır göremediğimiz dostları ziyaret ettik sadece. İlk kez, ama kesinlikle son değil...


Gönlünüze sağlık Bay Angelo, Hamiyet, Berivan ve Burçin. Bizi "mest" ettiniz. Allah da sizleri "mest" etsin. Ne diyelim?

19 Temmuz 2007 Perşembe

Neden ağlıyorsun yavrum?

Sanırım kendileriyle tanışmam ilkokula başladığım yıllarda Fatma Teyze'nin evinde zorunlu misafirliklerimden birinde olmuştu. Tam anlayamamıştım neden ağladığını ve neden resmedildiğini o zaman tabi. Ağlayacak ne vardı ki hem? Golden sakız, Tipitip, Tüp Chokella, Şeker Kız Candy, telli arabalar, Mekap ayakkabı, majorette, matchbox (babam yurtdışından getirmişti-havam batsın), kartal uçurtma, şemsiye çikolata yani kısaca ne istesek vardı hayatta. Acaba parası mı yoktu alacak? Belki de. Portresini yaptırmaya yetecek kadar vardı demek ki yaptırmış. Oh olsun! Harcamasaydı öyle şeylere. N'apalım? Kendi düşen ağlamaz. Yoksa düşüp dizlerini mi yaralamıştı. Ufff! ne de acır. Çok iyi bilirim. Ama en keyifli kısmı kabuk bağladıktan sonrasıdır. Hiç kendiliğinden düşen kabuğum olmadı herhalde. Yuttuğum dişim de. Çok kiremitleri çatlattım ben o dişlerle.
Annesine babasına mı birşey olmuştu ki acaba? (Bu fondaki ChillOrient by Saatchi de beni fena yaptı. Karşımda "Ağlayan Çocuk, kulağımda "The Tide" (Neyzen içimi çizdi resmen (parantez içinde de parantez olmazdı ki. Üfff Bedi okuyunca çok kızacak kesin)))
Evet evet. Kesin aileden bir kayıp vardı ki ressam Bruno Amadio (nam-ı diğer Bragolin) acımıştı da yapmıştı portresini. Aslında bu ailede hüzün kalıtımsal sanırım. Bir de ablası var bu kardeşin. Kardeş diyorum çünkü bu tablonun yapıldığı dönem 80'lerin başı. Görüntüden 5-6 yaşlarında olduğu belli. Demek ki aynı yaşlardayız. Neyse, konuyu dağıtmayalım, ablası da hüzünlü ve depresif bir tipti. İşler yolunda gitmeyince babası Afganistan'a evlatlık vermiş. Onun da fotoğrafı çok meşhur oldu zaten. Doğuştan şanslı bir aile sanırım.
Aile şanslı ama tablolar lanetli miymiş neymiş? "Araştırmacı Blogcu" olarak şöyle bir kolaçan ettim interneti de manzara pek iç açıcı değil. Bu tablolara sahip olanların başı dertten kurtulmamış. Yangınlar, felaketler, kutup ayıları yani kısaca bahtsızlık peşini bırakmamış sahiplerinin. Kimseye yar olmamış bu tablo. Elden ele dolaşmı durmuş. Biz de tuttuk blogumuza koyduk iyi mi? Sonumuz hayır olsun
En son Oceanic 815 no'lu uçuşta kargodaymış.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Yaz geldi. Ruhlar bile sarhoş!

İnternet acaip bir icat dostlar. Yani insanın karşısında ne zaman ne çıkacağı pek belli olmuyor. Siz "bi arkadaşa bakıp çıkacam" edasıyla ortalıkta dolaşırken, hayatınızın akışını değiştirecek -abartmak güzeldir- bir albümle karşılaşıveriyorsunuz birdenbire. İşte "Drunksouls" da böyle bir grupmuş meğer. Dinlemeye başlayınca durmak mümkün değil.
Peki kimdir "Drunksouls"?
Aslen Fransız olan bu grup, "Maroon5" benzeri vokali, "Cake" benzeri riffleri ile Maud, Manu, Julien, Yann, David, Frank, Tom ve Djam isimli 8 arkadaştan oluşuyor. Yani İstiklal'de bir barda çalsalar kesin aç kalacak türden bir grup. Maud isimli bayanın sayesinde sıradan bas, davul, gitar üçgenini flütle süslemişler. Albümlerinde ağırlık Fransız gruplarında alışık olduğumuzun aksine İngilizce şarkılar da mevcut. Tabi ki Fransızca şarkılar da yok değil.
Yaptığı müziğin türüne gelince Reggae-Rock veya Funky Reggae demişler. Şarkılarından "Pain of Life" sayesinde çekim alanlarına girdiğimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Ancak ne yazıktır ki grubun albümüne Türkiye'deki müzik marketlerde rastlayamadım. Eğer dinlemek isterseniz
http://www.drunksouls.com/flash/flashplay01/mp3player.html adresinden ulaşabilir ya da http://www.jamendo.com/album/1052/ adresinden BitTorent yardımıyla ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
10 şarkıdan oluşan "On verra plus tard ..." isimli albümlerinde Fransızca olanları pek anlayamadım ama İngilizce şarkıların sözleri de oldukça özenli hazırlanmış. "Hit me baby one more time" gibi sloganlardan çok şiirsel bir yaklaşımdalar.
Pain of Life
Hate is not the feeling that keeps me alive
Hope is not the reason why i should survive
Love is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life
Love is not the feeling that keeps me alive
Hate is not the reason why i should survive
Hope is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life
By my side (you) won't have conversation
But babe you'll get more positions
By my side you'd like comprehension
Maybe you've missed a station
In your eyes (I) can see your illusions
Dreaming of poetic passion
On my face looking for emotions
You've got my pain of life
Hate is not the feeling that keeps me alive
Hope is not the reason why i should survive
Love is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life
You’re fancying destructive passion
When babe it's just about destruction
You're suffering my depraving action
Just waiting for soul purgation
In your eyes (I) can see your illusions
Dreaming of poetic passion
On my face looking for emotions
You've got my pain of life
Let me tell you something
You re losing your time babe
With me and
You should not have met me girl
You shouldn’t have played with me neither
You should do only one thing
Go away

Hate is not the feeling that keeps me alive
Hope is not the reason why i should survive
Love is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life

Hate is not the feeling that keeps me alive…
Noir Desir'den sonra sevebilecek bir Fransız grup daha bulmanın sevinciyle yazıverdim bunları. Mevsim yaz. Aşk mevsimi. Bir Fransız'a aşık olmak isteyenlere önerim:
Dinlemek lazım. Hem de çok!

12 Temmuz 2007 Perşembe

Karşı Pencere - La Finestra di Fronte (2003)

Ferzan Özpetek'in 2003 yılında gösterime giren filmi, izleyenleri gerek etkileyici senaryosu gerekse başarılı oyunculuk ve yönetmenlik tekniğiyle büyülemişti. Başrollerini Giovanna Mezzogiorno, Raoul Bova ve Massimo Girotti'nin paylaştığı film, dokuz yıldır evli ve iki çocuklu genç bir kadın olan Giovanna ile kocası Filippo’nun tesadüfen yolda yaşlı bir adamla karşılaşmalarıyla başlıyor. Hafızasını kaybeden yaşlı adamın hayatlarına girmesiyle genç kadının da yaşamı değişiyor. Evliliği pek yolunda gitmeyen genç kadının karşı pencereden gözlediği komşusuna duyduğu platonik aşk ve yaşlı adamın geçmişten yansıyan kırık aşk hikayesi ikisinin de yaşamlarını etkiliyor.



Filmde, yaşlı pastacı rolündeki Bay Veroli (Massimo Girotti) ne yazık ki film gösterime girmeden 5 gün önce hayata veda etmiştir. Bu nedenle, Ferzan Özpetek filmi ona adamıştır.


Andrea Guerra'nın filmin müziklerindeki başarısı filmin önüne geçmiş bile denebilir. Zira, Giorgia'nın söylediği "Gocce di Memoria" filmle ve senaryoyla özdeşleşmiştir.



"sevgili simone, senden sonra artık kırmızı kırmızı değil. gökyüzünün mavisi de artık mavi değil. ağaçlar artık yeşil değil. senden sonra biz olmanın, özlemenin renklerini aramalıyım. senden sonra bizleri utangaç ve kaçak kılan acıyı bile özlüyorum. bekleyişleri, vazgeçişleri, şifreli mesajları özlüyorum. görmek istemeyenin kör dünyasında kaçamak bakışmalarımızı. bizi görselerdi onların utancı, nefreti,acımasızlığı olurduk. senden af dileme cesaretini henüz gösteremediğim için pişmanlık duyuyorum. o yüzden artık pencereme bile bakamıyorum. seni hep orada görürdüm. henüz adını bile bilmezken. senin daha iyi bir dünya düşlediğin zamanlar bir ağacın ağaç, mavinin gökyüzü olmasının yasaklanamayacağı bir dünya. bilmem bu daha iyi bir dünya mı? artık kimse bana davide demiyor. bay veroli diyorlar. bunun daha iyi bir dünya olduğunu nasıl söyleyebilirim. senin olmadığın bir dünya için bunu nasıl söylerim."





final sahnesi şöyledir; sevgili davide, bizi sonsuza dek terk ettiğinden beri martina sık sık seni soruyor. sana hala simone diyor. hikayeni ona anlatacağım. dün işte, ilk kez kendim için bir pasta yapmak istedim. hangisini pişirdiğimi tahmin et. şefin yorum yapması gerekmiyordu ama pazar günü için yapılacak pastalar listesine benimkini de ekledi. sanırım bu iyiye işaret. filippo gündüz vardiyasına geçmeyi başardı. piyangodan para çıkmış gibi sevindi. çok mutlu oldu. şimdilik ondan daha fazlasını isteyemeyeceğimi biliyorum. biliyor musun, lorenzo'yu düşündüğüm zaman yüzünü unutmaya başladığımı fark edip korkuyorum. artık sesini hatırlamıyorum. şimdi ne yapıyor? kime gülümsüyor? hala tavsiyene ihtiyacım var davide. senin bakışlarına, senin jestlerine... ama aniden senin jestlerinin benim olduğunu fark ediyorum. konuştuğum zaman senin gibi konuştuğumu fark ediyorum.



"seni terk eden herkes her zaman yanında kendilerinden bir parça bırakıyor mu ?
anılara sahip olmanın sırrı bu mu?
bu doğruysa kendimi daha güvende hissedeceğim.
çünkü asla yalnız kalmayacağımı bileceğim."

Wasabi aynı zamanda "Sınav" da demektir!

"Hayat bir sınavdır" sözünü ilk kez ne zaman duydum tam hatırlamıyorum ama kesin bildiğim birşey varsa; ne yazık ki; içerisinde bulunduğumuz şartlarda "Her sınav bir hayattır". Düşünsenize, ilkokula başladığınız günden bugüne kadar kaç "yerleştirme" sınavına girdiniz? İsterseniz hepbirlikte hatırlayalım. Benim ilk hatırladığım "Özel Okullar ve Anadolu Liseleri Sınavı" (1) sonra; artık varolmayan; "Parasız Yatılılık Sınavı" (2), hemen ardından "Askeri Liseler Sınavı" (3), Fen Liseleri Sınavı (4), "ÖSS" (5), "ÖYS" (6), tam da "Artık üniversiteli olduk, başka bir yarış kalmadı" dediğimiz anda karşımıza çıkan "LES" (7) ve son olarak da "KPSS" (8). Yani yaklaşık 24 yaşında bu sınav maratonunu tamamladıysak eğer yaşadığımız her 3 yılda 1 büyük sınava girmişiz. Tabi buna okuldaki sınavlarımızı dahil etmedim bile. Bu kadar büyük bir baskı altında gelecek kurma kaygısıyla koşturmaktan, hayatı yaşamaya fırsatımız kalıyor mu acaba? 60-70 yaşlarına geldiğimizde "en büyük başarımız" aldığımız yüksek puanlar mı olacak? ya da bunların ne kadar değerli olduğunu o zaman mı farkedeceğiz? Bilemiyorum. Sanırım önümüze bakmaktan ufukta olup bitenleri es geçiyoruz yine. Bugün de "önümüzde" açıklanacak "ÖSS" sonuçları var. Sonuçlara bir bakalım isterseniz, hayatı nasıl olsa yaşıyoruz bir şekilde. Doğru "kutuları" örnekte olduğu şekliyle "yumuşak kurşunkalemle" karalayarak geçen bir ömür. "Tercihlerimiz" doğru olsa da olmasa da...


11 Temmuz 2007 Çarşamba

Putumayo nedir? Yenir mi? İçilir mi?

Bu Putumayo bağımlılığı bende, yeni bir tad arayışının doruğa ulaştığı dönemde hasıl oldu. Aslında, sonradan öğrendiğime göre 1993 yılında kurulmuş bir plak şirketi. Yeni bir oluşum değil yani. Amaç, dünya müziklerini insanlara tanıtmak.

İşin aslı da 1975'de Dan Storper tarafından kurulan bir giyim şirketinden geliyor.

2002 yılında Putumayo Kids'i de kurarak faaliyet alanlarını genişletmişler. Benin tespit edebildiğim kadarıyla 100'ün üzerinde albüme imzalarını atmışlar. Hepsinin tadı birbirinden güzel. Özellikle yerel müziklerin yeni ritmlerle süslendiği albümleri "World Lounge" ve "A New Groove" benim favorilerim arasında. Ayrıca Putumayo Kids markasıyla da 12 albümleri mevcut

Peki bu albümleri nerede bulacaksınız? Öncelike http://www.putumayo.com/ dan satın almanız mümkün. Türkiye'de de D&R mağazalarında sınırlı bir bölümüne ulaşabildim.

Sıradan şeyler dinlemekten sıkıldım artık. "Yok mu bizi bu PopKültür'den kurtaracak İmdaaaaat!" çığlıkları atanlar için ilaç niteliği taşıyorlar.

Minnie Driver - Seastories

İyi bir aktris olduğuna çoğumuzun hemfikir olduğu Minnie Driver'ın 2007 yılında Seastories adlı albümü elime geçti tesadüfen. Dinlemeye başlamadan önce "acep ne menem bir sestir ki albüm çıkarmış?" soruları ilk şarkının dönmesiyle yerini hakedilmiş bir hayranlığa bıraktı. Özellikle Ryan Adams & The Cardinals eşliğindeki "Beloved" tam bir yol şarkısı olmuş. İnsanın dinlerken Bodrum'a Çeşme'ye uzanası geliyor gayr-ı ihtiyari.


"Cold Dark River" ise blues severleri kesin memnun edecek gibi gözüküyor. Vokal yeteneği tescilli Driver dinlerken insanı alıp götürüveriyor uzaklara... (üstelik ücretsiz)


"Beloved" dediğimde aklıma Natalie Merchant'ın "Beloved Wife" şarkısı geldi tabi. Vokaller birbirine oldukça yakın. Tabi gitar eşliğinde düzenlenmiş şarkıların birbirini anımsatması doğal. Eğer Minnie Driver'ı severseniz Natalie Merchant'la da tanışın derim.

Bunun en ekonomik yolu http://www.nataliemerchant.com/ . Sanatçının sitesinde albümlerinde yeralmış şarkılarını dinlemek mümkün. Tabi detayları başka bir yazı konusu...

Minnie Driver'a geri dönecek olursak: 12 şarkıdan oluşan bu eşsiz müzik ziyafetine katılmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.




Alaçatı'da dolunay

Alaçatı'da akşam. Bir gün daha bitti aslında sadece. Benim için biraz daha fazlası. Yaz bitti. Mevsim sonbahar. Belki bir de Eylül akşamı fotosu çıkar ama hepsi bu. Kısa mı sürdü ne? Hep aynı aslında. Hep aynı telaş. 1 yıl boyunca çalış, dinlenmeyi de 1 haftaya sığdır. Zor bir havuz problemi sanki. Zaten hiç çözemezdim okuldayken. Yine çözemiyorum işte.

Değişen birşey yok... Frank amca kulağımda. Yine aynı şarkıyı söylüyor:

"That's life...."

Wasabi nedir?


“Japon Hardalı” da denilen ve bayır turpundan elde edilen yeşil renkli macun Wasabi öyle çalakaşık yenmez, yenirse insanın kulaklarından dumanlar, gözlerinden ateşler, saç diplerinden ter damlacıkları çıkar, nitekim çıkmış. Wasabi, zevke göre az veya çok az bir miktar olarak sushi sosuna (ki esasen soya sosudur) karıştırılır. Direk olarak sushi veya sashimi'nin üzerine konulacak olursa da bu miktarın abartılmamasında fayda vardır. Wasabi bir de birçok sushi tipinde pirincin üzerine balığı yapıştırmak için eser miktarda kullanılıyor.