13 Ağustos 2007 Pazartesi

Beni bu sıcak havalar mahvetti...

Kendimi bir buz kalıbı gibi hissettiğim günler yaşıyorum. Nem oranı %76 (http://www.weather.com/ 'un yalancısıyım). Dışarıda geçirdiğim her an şıpır şıpır terlemek, nefes alamamak, iki adımda yorulmak başlıca şikayetlerim. Klimatize yaşama sıcak bakıyorum (lafın gelişi "sıcak")
Bu havalarda dışarı çıkmak zulmüne maruz kalmamak için elimden ne gelirse yapmaya hazırım. Mesela bu haftasonu oldukça başarılıydı bu anlamda. 2 güne 4 film ve 1 kitap sığdırmayı başarmanın haklı gururu var içimde bir yerlerde. Özellikle kitap kısmını kırmızı harflerle belirttim. Çünkü beni tanıyanlar bilir, en son okuduğum kitap "Çocuk Kalbi"nden sonra elime kitap eli değmemişti. Bu anlamda oldukça muhafazakarım. Eğer iyi bir kitap çıkmışsa beklerim. Nasıl olsa filmini çekiyorlar. Hatta izlediğim filmlerden biri de buna örnek. İsterseniz sıcak günlerde serin önerilerimi sıralayım da bu Basra kaynaklı sıcaklara bir çare de bizden size gelsin:
Filmler:
1/ Taş Meclisi-Le Council de Pierre (2006): Senaryosu, Jean-Cristophe Grangé'ın kitabından uyarlanan filmde (gördüğümüz gibi kitap okumak şart değil nasıl olsa çekiyorlar filmini) Monica Belluci başrolde. Diğer oyuncular ise pek tanıdık değiller. Catherine Deneuve'in kötü kadın Suzan Avcı'yı canlandırması dışında tabi. Ne yazık ki daha önce izleme fırsatı bulduğum Kızıl Nehirler ve Kurtların Kardeşliği kadar etkilemedi beni. İzlenebilir ama şart da değil. Sabrı olanlar kitabını okusun diyorum.


2/ 28 Hafta Sonra-28 Weeks Later (2007): 2002 yılında izlediğimiz 28 Gün Sonra'nın devamı niteliğinde olan filmde oyuncular ilk filmdekinden farklı. İlk filmi yönetmiş olan Danny Boyle (Shallow Grave ve Trainspotting'den hatırlarsınız) devam filminde yerini Juan Carlos Fresnadillo'ya bırakmış (Intacto'yu da yönetmişti). Yine ilk filmdeki başarılı oyunculuğla dikkat çeken Cillian Murphy yerini (Breakfast on Pluto, Intermission'da da oynamıştı) bu filmde Robert Carlyle'a (Trainspotting'in unutulmaz Begbie'sine) bırakmış. Heyecan dozu yüksek. Son dakikasına kadar temposundan birşey kaybetmeyen bir film. Filmin müziklerini yapan John Murphy bu tempoyu sonuna kadar hissetmenizi sağlıyor. Karanlık odalarda ve sinemada izleme ihtimaliniz varsa kalp ilacınızı hazır tutun derim. İlk film gibi oldukça keyifli izledim.

3/ Mr. Brooks (2007): Bodyguard ve Robin Hood ile yaşıtım bayanların gönlüne taht kurmuş olan Kevin Costner ne yazık ki Waterworld filminin başarısızlığından sonra kaydadeğer bir filme imza atmamıştı (şahsi görüşüm). Ancak, Earl Brooks karakteriyle küllerinden doğmuşa benziyor. Filmin keyfini kaçırmamak için çok detaya girmek istemiyorum. Özetle, "Serin Kanlı Seri Katil" imajını bu kadar başarılı canlandırabilir bir oyuncu. Asıl hayatında "kutular hep aynı" diyerek bir kutu fabrikasının patronu olan Earl Brooks gözlüklerini çıkarttığı anda prensip sahibi bir seri katile dönüşüveriyor. Kurgusu ve senaryosu oldukça başarılı harmanlanmış bir film.


4/ Die Hard 4.0 (Live Free or Die Hard) - Zor Ölüm 4.0 (2007): Asabi Sevimli Polis kavramını bize tanıtan Zor Ölüm serisinin 4. filminde John McLane (Bruce Willis) 1988'de çekilen ilk filmden bu yana yaşlandı, saçları döküldü ama öfkesinden ve kural tanımaz tavırlarından pek de birşey kaybetmemişe benziyor. Kırıyor, döküyor, vuruyor, vuruluyor. Tabi ki gelişen teknolojiden de ziyadesiyle etkilenmişe benziyor. Serinin 2. filminde eşinin "Artık 1990'lardayız, teknolojiye ayak uydur" tavsiyesine faks cihazıyla samimiyet kurarak karşılık veren McLane bu filmde işi epey ileriye götürerek "download, hard disk, usb, internet" ile Amerika'yı terörize eden ekibe karşı başarılı bir mücadele veriyor. Bazı sahnelerinde " yok artık bu kadarını Kara Murat bile yapamazdı" dedirtse bile macera ve hareket severleri tatmin etmesine kesin gözüyle bakıyorum. Görsel efektlerse kesinlikle çok başarılı. Özellikle tünelde üzelerinden geçen arabanın yuvarlanma sahnesi tam bir bilgisayar mucizesi. Sonunda iyiler kazanıyor. McLane yine ambulansa binerek sahneden uzaklaşıyor.

Kitap:

Ferhan Şensoy-Elveda SSK (2005): Ana karakter Şükrü'nün başından geçen komik ve rastlantısal olayları bir yol hikayesi haline getiren Şensoy okuduğum her kitabında olduğu gibi "bir solukta bitir beni" mesajını veriyor bu kitabında da. SSK primlerini ödemek yerine güneye gidip tatil yapmayı seçen Şükrü'nün yolculuğu Marmara'nın güneyine kadar ulaşabiliyor ne yazık ki. Zaten Bodrum'a filan gittiğini düşünemiyorum bile. Gidebilseydi kesin iki kitaplık daha malzeme çıkardı. Benim gibi "kitap okuma özürlü" bir okura bile 3 gün gibi bir rekora imza attıran kitabın başarısını anlatmak için fazla söze gerek yok sanırım. Bunları yazmadan önce interneti taradığımda, bu kitabın ayrıca Şensoy'un ilk erotik romanı olduğunu da öğrendim. Zaten şüphelenmiştim okurken ama pek de konduramamıştım. Abartılacak kadar olmasa da bazı bölümlerinde seviyeli bir cinsellik var kitapta ama bence asıl konuşulması gereken bundan daha ziyade akıcı üslubu olmalı yazarın. Üstadın ellerine sağlık diyoruz ve şiddetle tavsiye ediyoruz .

Bu sıcaklarda, yazdıklarım sizi en azından bir hafta oyalar diye düşünüyorum. Zaten önümüzdeki haftalarda da sıcaklıklar düşecekmiş.

Serin günler sizlerin olsun efendim...

Hiç yorum yok: