30 Temmuz 2007 Pazartesi

Bay Angelo'yu takdimimdir...

Şimdi diyeceksiniz ki ne alaka? Nerede Bay Angelo? Bay Angelo Büyükada'da. Fotoğrafa çok dikkatli bakarsanız kendisini ve şirin mi şirin evini de görebilirsiniz.

Ama asıl önemlisi Bay Angelo'nun nerede olduğundan çok nasıl biri olduğu. Öncelikle çok hoş sohbet bir insan kendisi. Bir an Atina'da bir parkta otururken bir bakıyorsunuz 1950'lerin İstanbul'undasınız. Bir nevi zaman makinesi sanki. Sohbeti sizi alıp öyle yerlere götürüyor ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Saat 23:30 vapuruna kılpayı yetişmeye çabalamak şart. Pek tabi buna fonda çalan Haris Alexiou'nun rebetikolarının ve bizzat kendisinin hazırladığı tarifi "çok gizli" muhteşem mezelerine eşlik eden bir şişe "mest" in de önemli etkisi mevcut. Konuklarına mide fesadı geçirtecek kadar da misafirperver bir insan Bay Angelo. Yemeklerinden yemezseniz ciddi ciddi kızıyor, azarlıyor sizi ama hakkı var. O yemekleri tabakta bırakmanın cezası savaş suçununki kadar ağır olmalı bence de.

Çok güzel bir geceydi gerçekten. Sadece Bay Angelo'ya teşekkür etmek de saygısızlık olacak elbet. Çünkü bu mutluluğun mutfağında yalnız değil kendisi. Ekip arkadaşları Hamiyet, Berivan ve Burçin de son derece sıcak bir biçimde ağırladılar bizleri. Aslında bizimkisi ağırlanmak değil ya. Uzun zamandır göremediğimiz dostları ziyaret ettik sadece. İlk kez, ama kesinlikle son değil...


Gönlünüze sağlık Bay Angelo, Hamiyet, Berivan ve Burçin. Bizi "mest" ettiniz. Allah da sizleri "mest" etsin. Ne diyelim?

19 Temmuz 2007 Perşembe

Neden ağlıyorsun yavrum?

Sanırım kendileriyle tanışmam ilkokula başladığım yıllarda Fatma Teyze'nin evinde zorunlu misafirliklerimden birinde olmuştu. Tam anlayamamıştım neden ağladığını ve neden resmedildiğini o zaman tabi. Ağlayacak ne vardı ki hem? Golden sakız, Tipitip, Tüp Chokella, Şeker Kız Candy, telli arabalar, Mekap ayakkabı, majorette, matchbox (babam yurtdışından getirmişti-havam batsın), kartal uçurtma, şemsiye çikolata yani kısaca ne istesek vardı hayatta. Acaba parası mı yoktu alacak? Belki de. Portresini yaptırmaya yetecek kadar vardı demek ki yaptırmış. Oh olsun! Harcamasaydı öyle şeylere. N'apalım? Kendi düşen ağlamaz. Yoksa düşüp dizlerini mi yaralamıştı. Ufff! ne de acır. Çok iyi bilirim. Ama en keyifli kısmı kabuk bağladıktan sonrasıdır. Hiç kendiliğinden düşen kabuğum olmadı herhalde. Yuttuğum dişim de. Çok kiremitleri çatlattım ben o dişlerle.
Annesine babasına mı birşey olmuştu ki acaba? (Bu fondaki ChillOrient by Saatchi de beni fena yaptı. Karşımda "Ağlayan Çocuk, kulağımda "The Tide" (Neyzen içimi çizdi resmen (parantez içinde de parantez olmazdı ki. Üfff Bedi okuyunca çok kızacak kesin)))
Evet evet. Kesin aileden bir kayıp vardı ki ressam Bruno Amadio (nam-ı diğer Bragolin) acımıştı da yapmıştı portresini. Aslında bu ailede hüzün kalıtımsal sanırım. Bir de ablası var bu kardeşin. Kardeş diyorum çünkü bu tablonun yapıldığı dönem 80'lerin başı. Görüntüden 5-6 yaşlarında olduğu belli. Demek ki aynı yaşlardayız. Neyse, konuyu dağıtmayalım, ablası da hüzünlü ve depresif bir tipti. İşler yolunda gitmeyince babası Afganistan'a evlatlık vermiş. Onun da fotoğrafı çok meşhur oldu zaten. Doğuştan şanslı bir aile sanırım.
Aile şanslı ama tablolar lanetli miymiş neymiş? "Araştırmacı Blogcu" olarak şöyle bir kolaçan ettim interneti de manzara pek iç açıcı değil. Bu tablolara sahip olanların başı dertten kurtulmamış. Yangınlar, felaketler, kutup ayıları yani kısaca bahtsızlık peşini bırakmamış sahiplerinin. Kimseye yar olmamış bu tablo. Elden ele dolaşmı durmuş. Biz de tuttuk blogumuza koyduk iyi mi? Sonumuz hayır olsun
En son Oceanic 815 no'lu uçuşta kargodaymış.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Yaz geldi. Ruhlar bile sarhoş!

İnternet acaip bir icat dostlar. Yani insanın karşısında ne zaman ne çıkacağı pek belli olmuyor. Siz "bi arkadaşa bakıp çıkacam" edasıyla ortalıkta dolaşırken, hayatınızın akışını değiştirecek -abartmak güzeldir- bir albümle karşılaşıveriyorsunuz birdenbire. İşte "Drunksouls" da böyle bir grupmuş meğer. Dinlemeye başlayınca durmak mümkün değil.
Peki kimdir "Drunksouls"?
Aslen Fransız olan bu grup, "Maroon5" benzeri vokali, "Cake" benzeri riffleri ile Maud, Manu, Julien, Yann, David, Frank, Tom ve Djam isimli 8 arkadaştan oluşuyor. Yani İstiklal'de bir barda çalsalar kesin aç kalacak türden bir grup. Maud isimli bayanın sayesinde sıradan bas, davul, gitar üçgenini flütle süslemişler. Albümlerinde ağırlık Fransız gruplarında alışık olduğumuzun aksine İngilizce şarkılar da mevcut. Tabi ki Fransızca şarkılar da yok değil.
Yaptığı müziğin türüne gelince Reggae-Rock veya Funky Reggae demişler. Şarkılarından "Pain of Life" sayesinde çekim alanlarına girdiğimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Ancak ne yazıktır ki grubun albümüne Türkiye'deki müzik marketlerde rastlayamadım. Eğer dinlemek isterseniz
http://www.drunksouls.com/flash/flashplay01/mp3player.html adresinden ulaşabilir ya da http://www.jamendo.com/album/1052/ adresinden BitTorent yardımıyla ücretsiz olarak indirebilirsiniz.
10 şarkıdan oluşan "On verra plus tard ..." isimli albümlerinde Fransızca olanları pek anlayamadım ama İngilizce şarkıların sözleri de oldukça özenli hazırlanmış. "Hit me baby one more time" gibi sloganlardan çok şiirsel bir yaklaşımdalar.
Pain of Life
Hate is not the feeling that keeps me alive
Hope is not the reason why i should survive
Love is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life
Love is not the feeling that keeps me alive
Hate is not the reason why i should survive
Hope is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life
By my side (you) won't have conversation
But babe you'll get more positions
By my side you'd like comprehension
Maybe you've missed a station
In your eyes (I) can see your illusions
Dreaming of poetic passion
On my face looking for emotions
You've got my pain of life
Hate is not the feeling that keeps me alive
Hope is not the reason why i should survive
Love is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life
You’re fancying destructive passion
When babe it's just about destruction
You're suffering my depraving action
Just waiting for soul purgation
In your eyes (I) can see your illusions
Dreaming of poetic passion
On my face looking for emotions
You've got my pain of life
Let me tell you something
You re losing your time babe
With me and
You should not have met me girl
You shouldn’t have played with me neither
You should do only one thing
Go away

Hate is not the feeling that keeps me alive
Hope is not the reason why i should survive
Love is not exactly what you'll find by my side
Babe let me just enjoy my pain of life

Hate is not the feeling that keeps me alive…
Noir Desir'den sonra sevebilecek bir Fransız grup daha bulmanın sevinciyle yazıverdim bunları. Mevsim yaz. Aşk mevsimi. Bir Fransız'a aşık olmak isteyenlere önerim:
Dinlemek lazım. Hem de çok!

12 Temmuz 2007 Perşembe

Karşı Pencere - La Finestra di Fronte (2003)

Ferzan Özpetek'in 2003 yılında gösterime giren filmi, izleyenleri gerek etkileyici senaryosu gerekse başarılı oyunculuk ve yönetmenlik tekniğiyle büyülemişti. Başrollerini Giovanna Mezzogiorno, Raoul Bova ve Massimo Girotti'nin paylaştığı film, dokuz yıldır evli ve iki çocuklu genç bir kadın olan Giovanna ile kocası Filippo’nun tesadüfen yolda yaşlı bir adamla karşılaşmalarıyla başlıyor. Hafızasını kaybeden yaşlı adamın hayatlarına girmesiyle genç kadının da yaşamı değişiyor. Evliliği pek yolunda gitmeyen genç kadının karşı pencereden gözlediği komşusuna duyduğu platonik aşk ve yaşlı adamın geçmişten yansıyan kırık aşk hikayesi ikisinin de yaşamlarını etkiliyor.



Filmde, yaşlı pastacı rolündeki Bay Veroli (Massimo Girotti) ne yazık ki film gösterime girmeden 5 gün önce hayata veda etmiştir. Bu nedenle, Ferzan Özpetek filmi ona adamıştır.


Andrea Guerra'nın filmin müziklerindeki başarısı filmin önüne geçmiş bile denebilir. Zira, Giorgia'nın söylediği "Gocce di Memoria" filmle ve senaryoyla özdeşleşmiştir.



"sevgili simone, senden sonra artık kırmızı kırmızı değil. gökyüzünün mavisi de artık mavi değil. ağaçlar artık yeşil değil. senden sonra biz olmanın, özlemenin renklerini aramalıyım. senden sonra bizleri utangaç ve kaçak kılan acıyı bile özlüyorum. bekleyişleri, vazgeçişleri, şifreli mesajları özlüyorum. görmek istemeyenin kör dünyasında kaçamak bakışmalarımızı. bizi görselerdi onların utancı, nefreti,acımasızlığı olurduk. senden af dileme cesaretini henüz gösteremediğim için pişmanlık duyuyorum. o yüzden artık pencereme bile bakamıyorum. seni hep orada görürdüm. henüz adını bile bilmezken. senin daha iyi bir dünya düşlediğin zamanlar bir ağacın ağaç, mavinin gökyüzü olmasının yasaklanamayacağı bir dünya. bilmem bu daha iyi bir dünya mı? artık kimse bana davide demiyor. bay veroli diyorlar. bunun daha iyi bir dünya olduğunu nasıl söyleyebilirim. senin olmadığın bir dünya için bunu nasıl söylerim."





final sahnesi şöyledir; sevgili davide, bizi sonsuza dek terk ettiğinden beri martina sık sık seni soruyor. sana hala simone diyor. hikayeni ona anlatacağım. dün işte, ilk kez kendim için bir pasta yapmak istedim. hangisini pişirdiğimi tahmin et. şefin yorum yapması gerekmiyordu ama pazar günü için yapılacak pastalar listesine benimkini de ekledi. sanırım bu iyiye işaret. filippo gündüz vardiyasına geçmeyi başardı. piyangodan para çıkmış gibi sevindi. çok mutlu oldu. şimdilik ondan daha fazlasını isteyemeyeceğimi biliyorum. biliyor musun, lorenzo'yu düşündüğüm zaman yüzünü unutmaya başladığımı fark edip korkuyorum. artık sesini hatırlamıyorum. şimdi ne yapıyor? kime gülümsüyor? hala tavsiyene ihtiyacım var davide. senin bakışlarına, senin jestlerine... ama aniden senin jestlerinin benim olduğunu fark ediyorum. konuştuğum zaman senin gibi konuştuğumu fark ediyorum.



"seni terk eden herkes her zaman yanında kendilerinden bir parça bırakıyor mu ?
anılara sahip olmanın sırrı bu mu?
bu doğruysa kendimi daha güvende hissedeceğim.
çünkü asla yalnız kalmayacağımı bileceğim."

Wasabi aynı zamanda "Sınav" da demektir!

"Hayat bir sınavdır" sözünü ilk kez ne zaman duydum tam hatırlamıyorum ama kesin bildiğim birşey varsa; ne yazık ki; içerisinde bulunduğumuz şartlarda "Her sınav bir hayattır". Düşünsenize, ilkokula başladığınız günden bugüne kadar kaç "yerleştirme" sınavına girdiniz? İsterseniz hepbirlikte hatırlayalım. Benim ilk hatırladığım "Özel Okullar ve Anadolu Liseleri Sınavı" (1) sonra; artık varolmayan; "Parasız Yatılılık Sınavı" (2), hemen ardından "Askeri Liseler Sınavı" (3), Fen Liseleri Sınavı (4), "ÖSS" (5), "ÖYS" (6), tam da "Artık üniversiteli olduk, başka bir yarış kalmadı" dediğimiz anda karşımıza çıkan "LES" (7) ve son olarak da "KPSS" (8). Yani yaklaşık 24 yaşında bu sınav maratonunu tamamladıysak eğer yaşadığımız her 3 yılda 1 büyük sınava girmişiz. Tabi buna okuldaki sınavlarımızı dahil etmedim bile. Bu kadar büyük bir baskı altında gelecek kurma kaygısıyla koşturmaktan, hayatı yaşamaya fırsatımız kalıyor mu acaba? 60-70 yaşlarına geldiğimizde "en büyük başarımız" aldığımız yüksek puanlar mı olacak? ya da bunların ne kadar değerli olduğunu o zaman mı farkedeceğiz? Bilemiyorum. Sanırım önümüze bakmaktan ufukta olup bitenleri es geçiyoruz yine. Bugün de "önümüzde" açıklanacak "ÖSS" sonuçları var. Sonuçlara bir bakalım isterseniz, hayatı nasıl olsa yaşıyoruz bir şekilde. Doğru "kutuları" örnekte olduğu şekliyle "yumuşak kurşunkalemle" karalayarak geçen bir ömür. "Tercihlerimiz" doğru olsa da olmasa da...


11 Temmuz 2007 Çarşamba

Putumayo nedir? Yenir mi? İçilir mi?

Bu Putumayo bağımlılığı bende, yeni bir tad arayışının doruğa ulaştığı dönemde hasıl oldu. Aslında, sonradan öğrendiğime göre 1993 yılında kurulmuş bir plak şirketi. Yeni bir oluşum değil yani. Amaç, dünya müziklerini insanlara tanıtmak.

İşin aslı da 1975'de Dan Storper tarafından kurulan bir giyim şirketinden geliyor.

2002 yılında Putumayo Kids'i de kurarak faaliyet alanlarını genişletmişler. Benin tespit edebildiğim kadarıyla 100'ün üzerinde albüme imzalarını atmışlar. Hepsinin tadı birbirinden güzel. Özellikle yerel müziklerin yeni ritmlerle süslendiği albümleri "World Lounge" ve "A New Groove" benim favorilerim arasında. Ayrıca Putumayo Kids markasıyla da 12 albümleri mevcut

Peki bu albümleri nerede bulacaksınız? Öncelike http://www.putumayo.com/ dan satın almanız mümkün. Türkiye'de de D&R mağazalarında sınırlı bir bölümüne ulaşabildim.

Sıradan şeyler dinlemekten sıkıldım artık. "Yok mu bizi bu PopKültür'den kurtaracak İmdaaaaat!" çığlıkları atanlar için ilaç niteliği taşıyorlar.

Minnie Driver - Seastories

İyi bir aktris olduğuna çoğumuzun hemfikir olduğu Minnie Driver'ın 2007 yılında Seastories adlı albümü elime geçti tesadüfen. Dinlemeye başlamadan önce "acep ne menem bir sestir ki albüm çıkarmış?" soruları ilk şarkının dönmesiyle yerini hakedilmiş bir hayranlığa bıraktı. Özellikle Ryan Adams & The Cardinals eşliğindeki "Beloved" tam bir yol şarkısı olmuş. İnsanın dinlerken Bodrum'a Çeşme'ye uzanası geliyor gayr-ı ihtiyari.


"Cold Dark River" ise blues severleri kesin memnun edecek gibi gözüküyor. Vokal yeteneği tescilli Driver dinlerken insanı alıp götürüveriyor uzaklara... (üstelik ücretsiz)


"Beloved" dediğimde aklıma Natalie Merchant'ın "Beloved Wife" şarkısı geldi tabi. Vokaller birbirine oldukça yakın. Tabi gitar eşliğinde düzenlenmiş şarkıların birbirini anımsatması doğal. Eğer Minnie Driver'ı severseniz Natalie Merchant'la da tanışın derim.

Bunun en ekonomik yolu http://www.nataliemerchant.com/ . Sanatçının sitesinde albümlerinde yeralmış şarkılarını dinlemek mümkün. Tabi detayları başka bir yazı konusu...

Minnie Driver'a geri dönecek olursak: 12 şarkıdan oluşan bu eşsiz müzik ziyafetine katılmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.




Alaçatı'da dolunay

Alaçatı'da akşam. Bir gün daha bitti aslında sadece. Benim için biraz daha fazlası. Yaz bitti. Mevsim sonbahar. Belki bir de Eylül akşamı fotosu çıkar ama hepsi bu. Kısa mı sürdü ne? Hep aynı aslında. Hep aynı telaş. 1 yıl boyunca çalış, dinlenmeyi de 1 haftaya sığdır. Zor bir havuz problemi sanki. Zaten hiç çözemezdim okuldayken. Yine çözemiyorum işte.

Değişen birşey yok... Frank amca kulağımda. Yine aynı şarkıyı söylüyor:

"That's life...."

Wasabi nedir?


“Japon Hardalı” da denilen ve bayır turpundan elde edilen yeşil renkli macun Wasabi öyle çalakaşık yenmez, yenirse insanın kulaklarından dumanlar, gözlerinden ateşler, saç diplerinden ter damlacıkları çıkar, nitekim çıkmış. Wasabi, zevke göre az veya çok az bir miktar olarak sushi sosuna (ki esasen soya sosudur) karıştırılır. Direk olarak sushi veya sashimi'nin üzerine konulacak olursa da bu miktarın abartılmamasında fayda vardır. Wasabi bir de birçok sushi tipinde pirincin üzerine balığı yapıştırmak için eser miktarda kullanılıyor.