26 Eylül 2007 Çarşamba

My name is Blunt. James Blunt...

Onu ilk kez çatıda, üzerinde sadece kot pantolonla "you are beautiful" derken tanıdık. Üstelik de kar yağarken. Beni en çok etkileyen, şarkının başında "My life is brilliant" demesi olmuştu nedense. Bu şarkıyla listelerde 1 numaraya yerleşen Blunt, 11 milyonluk bir satış rakamına da ulaştı.
1974 yılının 22 Şubat günü Tidworth Wiltshire İngiltere'de doğdu James. Asker kökenli bir aileden gelen James yine ordunun desteğiyle Bristol Üniversitesinde eğitim gördü. Okulunu bitirdikten sonra Kosova'da görev yapan NATO Barış Gücü'nde bulundu. "No Bravery" şarkısını da burada yazdı.

Ordudan ayrıldıktan sonra Pink, Christina Aguilera, Courtney Love gibi pek çok ünlü isme şarkı verdi. Asıl çıkışını da çıkardığı 3. single olan "You're Beautiful" ile yakaladı.

Yıl 2007. James Blunt yepyeni bir albümle karşımızda. Back to Bedlam (2005) den sonra "All the Lost Souls" adını verdiği albümde 10 şarkı bulunuyor. Kapak tasarımı da çok etkileyici. Yakından baktığınızda, yüzlerce fotoğrafın biraraya gelerek Blunt'ın yüzünü oluşturduğunu görebilirsiniz.

Albümden ilk klip 1973 isimli şarkıya çekildi. Bruce Springsteen'in Philedelphia'sı gibi "walk on" tekniğiyle çekilmiş klipte, Blunt eski caddelerde yürürken bir yandan şarkı söylüyor. Mesajını verip sessizce kadrajdan çıkıyor. Simona isimli arkadaşıyla hep 1973'teki kulüpte olacağı sözünü vermeyi de ihmal etmeden tabi.

İlk albümde olduğu gibi kalabalık olmayan orkestrasyonla hazırlanmış şarkılar var bu albümde de. Özgün çizgisinden hoşlananlar için, duygusal anlarda eşliğinden memnun olacağınız bir albüm.

Müzik marketlerde...

18 Eylül 2007 Salı

Benim hala umudum var

Çok güzel günler bunlar. Hatta en iyileri bile diyebilirim. Pideler sıcak, kaymaklar tam sürmelik. Hurmalar yumuşacık, ağızda dağılıyor.

Hoşgeldin "Ramazan". Nerelerdeydin yahu? Özlemişiz seni!


Zaten ramazanın gelişi reklamlardan belli olur derler. İlk işaret sucuk reklamlarıyla geldi. Daha ilk sahur yapılamadan verdik ilk kalemizi. Hain bir saldırıydı ve biz malesef hazır değildik.


Kaybettik.


Kendimizi kaybettik ve markete gittik. Dolsun arabalar, gülsün kasiyerler (biraz da manalı), "buyrun buradan yakın" dercesine uzatalım en goldundan kartımızı...


Hemen ardından kola reklamları sardı etrafımızı. Daha birkaç ay öncesinde kumsallarda dolaşan malum şişeler "iç beni bir yudumda" formatından tamamen uzaklaşmış ve masamızın baş köşesine kuruluvermiş. "E olur mu ama! Susuzluğumuzu yenmek lazım" deyip koştum yine markete. Seramoni aynı. Kart, kasiyer, gold, cırt derken bir araba daha paraya dönüşmüş buzdolabımızı biraz daha şişmanlatmaya hazır. Sonra da bizi.


Düşünüyorum da eskiden buzdolapları da daha mı mütevaziydi ne? Yani 20 yıla yakın kullandığımızı düşünürsek biz üniversiteye giderken aynı boydaydık. Hatta biraz daha uzunduk. (Annemizin yaptığı kurabiyeleri sandalye marifeti olmadan aşırabiliyorduk da ondan kalmış aklımda) Şimdikilere yetişmek imkansız. Hepsi NBA'da rahat oynar. Hem de pivot yani. Guard filan da değil hani.


Herneyse, tespit tespiti doğuruyor. Demem şu ki nerede yanlış yapıyoruz? Bu gibi dönemlerde hatırlamamız gereken başka birşeyler yok muydu? Yoksa mesajı tamamen yanlış mı anladık? Bir tas çorbaya kuru ekmek doğradığımız günlere ne oldu? Tek sorunumuzun küresel ısınma olduğunu mu sanıyoruz yoksa? Ya yoksulluk ve açlık?


Her yıl 6,000,000 çocuk açlıktan ölüyor

1,000,000,000 insan günde $1.- la geçinmeye çalışıyor

Az gelişmiş ülkelerde her 3 çocuktan 1'i 15 yaşını göremiyor!


Ve ne yazık ki paramızın sonundan, el çabukluğu marifet deyip 6 tane sıfır atamıyoruz bu rakamların sonundan!


Düşünüyorum, düşünüyorum. Bana glikoz lazım!


Kola var mı?

3 Eylül 2007 Pazartesi

Necefli Maşrapa

Biricik blog yazarınız bu hafta tatile çıkıyor. Yokluğunda oyalanmanız için size eskilerden bir dost bırakıyorum. Döndüğümde tatil anılarını paylaşmak ümidiyle...